13 Kasım 2016

İki Kafadar

O gece Selimle Necmi doğru düzgün uyumamışlardı. Adı Nizam olan bir kayığın içinde sabaha kadar debelenip durmuşlar, gece bastıran ayazdan korunmak için sarındıkları battaniyenin içinde birbirlerinin nefesi ile ısınmaya çalışmışlardı. Denizin üzerinde bütün gece çırpınan kayık sallandıkça sallamış, habere iskelenin demirden ayaklarına savrulup acayip gürültüler çıkartmıştı. Battaniyenin altından ilk çıkan Necmi oldu. Denize bakındı. Hani dünü hatırlamasa bugün burada olduğuna şaşıracak, yere basıyorum zannıyla sandaldan denize düşecekti. Sürekli sallanıp duran kayıktan fırlayıp, ıslak iskelenin yosunlu taşlarına zar zor basabildi. Sonra Selim kalktı kayığın tahta gövdesinden. Ayağa dikildi. Eğilip kocaman ve beyaz ellerini denize daldırdı. Deniz suyunu avuçladığı gibi başından aşağıya döktü. İçi ürperdi. Çivi gibi olmuş, uyku mahmurluğu üzerinden gidivermişti. Hemencecik basıverdi iskeleye. Şimdi ikisi de karadaydı ve ikisinde de bir baş dönmesi peyda olmuştu. Necmi, bacakları açık bir halde önce yere baktı sonra Selim'in yüzüne... "Yer mi sallanıyor Selim?"

"Hu sallanıyor birader. Bütün gece kayıkta yatarsan ne olur ya?" Necmi yere çöktü. Dizleri üzerinde bir süre kaldıktan sonra:

"Karnım ağrıyor benim. Midem de fena! Acaba cırcır mı olacağım?" dedi. Uzaklara baktı. Henüz doğan güneşin soluk ışıklarına... Elleriyle kamaşan gözlerini kapatırken:

"Şimdi sıcak, tarçınlı bir süt olsa da içsem." diye devam etti Necmi.

"Ben de ıhlamur isterim. Bir de zeytin... Fırından çıkmış sıcak ekmek de... Oh be! Daha ne olsun!" dedi Selim.

Necmi heyecanlanmıştı. Çocukça bir sevince kapılıp:

"Yanında da sucuklu yumurta olsun mu abi?" dedi.

"Başka bir isteğin daha var mı hergele? Hadi kalk toparlan. Ne yapacağız bugün? Onu düşün sen!" diye çıkıştı Selim.

Necmi başını ellerinin arasına aldı. Çaresizlik, mahur bakışlarına koyu bir karanlığı eklemişti.

"Bilmiyorum abi ya! Karnım açken beynim çalışmaz benim." dedi. Uzaklara bakıyordu. Martıların yeni yeni çoğaldığı gökyüzüne... Sonra arkasına döndü. Kasabadan geçen otoyolun ışıklarının söndüğünü fark etti. Demek gün iyiden iyiye ağarmıştı. Birden iskelenin öbür ucunda iki gölge belirmişti. Gelen iki kişi telaşlı, hiddetli, hatta düşmanca görünüyorlardı. Adamlar yaklaşınca Necmi Selim'e:

"Bunlar Maria'nın uşakları değil mi?" diye sordu.

Selim kayığa serdiği battaniyeyi topluyordu ki iskelenin girişine doğru baktı.

"Evet, onlar. Namussuzlar, burada da bize rahat vermeyecekler anlaşılan!" dedi.

Çilli yüzü düşmüş, kalın kaşları çatılmıştı. İçini bir sıkıntı aldı Selim'in. Bu adamlardan dünkü yedikleri sopa yetmezmiş gibi yine intikam almaya geliyorlardı besbelli. Maria'nın uşakları çok geçmeden Necmiyle Selim'in başında bittiler. Keskin bakışlı adamlar birer mafya edasıyla iki kafadarı süzdü. Etraflarında bir tur attılar. Adamlardan şişko ve kel başlı olanı:

"Size iki gün müddet! Kahvenin ve oturduğunuz evin kirası ya gelecek ya gelecek. Sonrasını varın siz düşünün. Böyle iki büklüm kayıkta sabahlarsınız işte!" dedikten sonra arenada dövüşen boğalar gibi ayağını yere vurdu. Kalın bir toz tabakası çakıl taşlarının arasından denize doğru esen rüzgârla yükseldi. Elini cebine attı. Neredeyse ucu kanlı bir bıçak gösterecek gibiydi. Her an nerde ne yapacağı belli olmayan tekinsiz ifadesi, insanı korkutuyordu.

Necmi tam da "abi acıyın halimize" diyecekti ki, olmadı. Midesini bir bulantı aldı. Öğürmeye başladı. Kelimeleri ağzında tıkalı kalmıştı. Denize doğru koşarken garip bir öğürtüyle kusmaya başladı. Midesindekilerin birazım iskeleye birazım da denize bıraktıktan sonra gözleri dışarıya pörtlemişti. Derin derin soluyor, kasılıp sürekli terliyordu. Ellerini midesinin üzerine bastırdı. Ağzının içinde gezinen acı su, dilinin üzerine çöreklenmişti. Bir cümle daha kurmaya, konuşup derdini anlatmaya gücü kalmamıştı.

Selim adamlara dönüp:

"Görüyorsunuz halimizi beyler. Paralı birilerine benziyor muyuz biz? Akşam otelde yatacağımıza sandalda sabahladık. Paramız olsa bu hallerde olur muyduk hiç?" diye gür sesiyle bağrındı. İsyan halindeydi artık. Dişlerini sıkıyor, dudaklarım ısırıyor bu kabadayılar karşısında çaresiz ömür tüketiyordu. Kardeşlerden diğeri:

"Bize borç takarken düşünseydiniz birader." dedi.

Adamlar pis bir gülüşmeyi iskelede bırakıp gittiler. Maria'nın kahvesini kiraladıklarından beri üç ay olmuştu ve kirayı verememişlerdi. Üstelik barındıkları odaları da kahvehanenin hemen yanındaydı. Bütün eşyaları, yiyecekleri ve hatta giyecekleri de orada kalmıştı. Akşam kahveyi basan Maria'nın uşakları, Necmi ile Selim'i bir güzel pataklamışlar, yetmemiş bir de kapı dışarı etmişlerdi. Geceyi sokakta geçiren iki kafadar sandalda sabahlamışlardı. İyi güzel de, hava ne bostan havasıydı ne de mehtaba çıkalım türündendi. Kasımın ilk haftalarına gelinmiş, lodos terki diyar etmiş, yerini karayele bırakmıştı.

İki kafadar Musa'nın derme çatma barakasına geldiler. Kapıda belirdiklerinde Musa barakanın önünde oturmuş soğuktan çatlamış elleriyle ağları onarmaktaydı. Musa çok istekle karşılamadı adamları ama insan gibi insandı. Halliyi halsizi görünüşünden tanırdı. Selim ile Necmi'nin hırpalanmış halini görünce bir hışımla ayağa kalktı. Necmi'yi sırtlayıp barakadaki eski bir sedirin üzerine yatırdı. Necmi'nin yüzüne bakıp:

"Ne oldu bu oğlana böyle? Mum gibi sararmış solmuş!" dedi.

Cin Selim oralı olmadı. Ne de olsa burası küçük bir kasabaydı. Akşamki vukuatı duymayan kalır mıydı hiç?

"Bilmez inisin olanları Musa Kaptan? Yorma bizi! Sen halden anlarsın! Şu eski kuzineni yak. Çok üşüdük. Kayıkta sabahladık. Senin anlayacağın açlık da var."

Musa Kaptan üzerindeki yağmurluğu çıkarttı. San lastik çizmeleri içinde kaybolmuş sıska bacaklarını zorlayarak dışarı çıktı. Barakanın hemen arkasında bulunan odunlardan getirdi. Birkaç parça çıra tutuşturdu. Islanmış odunları yakması epey zaman aldı. Ama odunlar ateşe alıştıkça sıcaklık içten içe barakayı sarmıştı. Birkaç dakika soma kuzinenin yanlan ateş gibi kızmıştı. Barakanın derme çatma duvarları odun çıtırtısıyla gürlüyordu. Selim de bir iskemle alıp kuzinenin başına çöktü. Ellerini ısıtırken yüzünden düşen bin parça olmuştu. Moral bozulduğuyla kara kara düşünüyordu ki, Musa sordu:

"Efendiler, tavada hamsi yerseniz hemen yaparım. Ama Necmi'nin midesi fena... Balık ağır gelir. Biraz ıhlamurum var. Şimdi kaynatırım."

Selim başım kaldırıp heyecanla sordu: "Zeytin de var mı zeytin?" Musa Kaptan:

"Var, şuradaki tabakta olması lazım. Hemen arkanda." deyip başıyla masanın üzerini işaret etti. Selim tekrar heyecanla sordu:

"Sıcak ekmek! Sıcak ekmek var mı?"

"Yok devenin nalı! Barakada ne arar sıcak ekmek! Maria'nın uşakları sizi fazla hırpalamış beyler. Kafanıza fazla mı vurdu bu uşaklar? Fırın mı burası? Ama kuzinenin olduğu her yerde ekmek daima sıcaktır." dedikten sonra küçük bir filenin içinden taş gibi olmuş ekmekleri çıkartıp kuzinenin paslanmış fırınına koydu. Çok vakit geçmemişti ki, ıhlamurun kokusu ve buharı içeriyi doldurmuştu. Selim barakanın kapışım kapattı. Dışarıdaki rüzgârın uğultusu kesilmişti. Açık kapıdan gelen rüzgârı artık hiçbiri hissetmiyordu. Musa Kaptan, masanın üzerine serdiği gazetelere ısınmış ekmekleri koydu. Sonra çaydanlığın içindeki ıhlamuru kirden kararmış bardaklara boşalttı. Zeytin de masadaki yerini alınca sofraya ilk oturan Necmi oldu.

"Yemeğin kokusunu alınca nasıl da doğruldun be Necmi." dedi Musa Kaptan. Necmi çıtını çıkarmadığı gibi Selim de ses vermedi. Açlık, bezginlik ve soğuk fazlasıyla canlarım acıtmıştı. Birkaç dakika içerisinde sofrada ne var ne yok hepsi silinip süpürüldü. iki kafadar bu güzel kahvaltının ardından artık kahvehaneyi ve odacıklarını düşünmeye başladılar. Necmi ceketinden sigara almak isterken eline gazete kâğıdı ile kaplanmış küçük bir defter ilişti. Defteri eline aldığında sevinçle bağırdı.

"Borç defteri... Borç defteri!"

"Ne diye kulağımın dibinde bağırırsın. Anladık borç defteri." dedi Selim. Sonra afallamış gözlerle Necmi'ye baktı. Selim'in jetonu yeni düşmüştü.

"Borç defteri ha! Aferin! Ulan ne ara becerdin de o defteri cebine attın sen?" deyince, Necmi çocukça bir sevince kapılıp:

"Adamlar seni döverken yere bir şeyler düşürmüşlerdi. Ben de bakmadan alıp cebime koydum. Kargaşa da ne aldığımın farkında bile değildim. Demek borç defteriymiş." dedi.

"Eee?" dedi Musa Kaptan. "Anladık da kaç zamanda toplarsınız müşterinin borçlarını. Hem yeter mi üç aylık kiraya?"

"Yetmez. İlla ki yetmez. Ama hem sopa ye hem git kirayı ver... Yediğimiz sopalara saysınlar. Borçlan topladığımız gibi çeker gideriz buralardan." diye ekledi Selim.

"Sonra?.." dedi Musa Kaptan.

"Sonrası? Allah büyük..." diye ekledi Necmi. Musa kaptan gülümsedi.

"Oğlum siz bu kafayla çok yaşamazsınız. Benden söylemesi!" dediğinde yüzünü alaysı bir gülümseme almıştı. Kuzinedeki ateşin harareti söneli çok olmuştu ama odanın soğuğunu da kırmıştı. Şimdi odunlar korlu ve ağır ağır yanıyordu. Karılılarını tıka basa doyuran Selim ile Necmi dün gecenin intikamım alırcasına derin bir uykuya çöktüler. Uzun süre sallanmadan, debelenip durmadan, ayaklarının karaya bastığından emin adımlarla uyumak güzeldi. Musa Kaptan bekledi. Tetikteydi. Maria'nın uşaklarının gelecekleri varsa görecekleri de vardı.

Kasabalı çok sonra duydu ki, Maria'nın uşakları borç defteri diye Necmi'nin anılarım yazdığı defteri almışlar. Necmi'nin anıları aylarca dilden dile dolaşü. İki kafadara gelince, borç defterini tahsil ettikleri gibi ayrıldılar kasabadan. Sırra kadem bastılar. Necmi'nin anıları ise ortalığı uzun süre meşgul etti. Sonra onlar da unutulup gitti.

Maria'nın kahvesine gelince, başka adamlara ekmek teknesi oldu. Ama onlar da kirayı takıp gittiler. Sonraki yaza kadar kahvehane kimseye yar olmadı. Ta ki bir dozer girip, kahvehaneyi alt üst edip, oraya bir gazino dikilene kadar...

Serpil TUNCER
Mevsimler Dergisi'nden Alınmıştır.
www.mevsimler.org

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder