26 Ekim 2013

Simurgname’nin Felsefesi (Barış Erdoğan)

     “Yeryüzünde evrenin seyredilebileceği noktayı bilseydim oraya koşar, toprağa bir kazık çakar, ona asılır, düşerken dünyayı da peşime katarak kendimi boşluğa atardım. Doğayla mücadele ederek var olan insanın, modern bir birey olarak kentte bu mücadelesini topluma yöneltirdim.” diyen modern şiirin öncülerinden “Barış Erdoğan”’ın yüz yirmi iki şiirinin toplandığı üçüncü kitabı “Simurgname”, Mühür Kitaplığı'ndan Nisan 2013 de çıktı. İlk kitabına “Kuş Kıyamet” diyen şair; “Simurgname” ile ömrün tekrarını, mitlerde anlatıldığı gibi, yanarak, küllerinden doğarak yeniden ilan etti.. Şiirleri; Feridüddin Attar’dan, Mevlana’ya, Yunus Emre’ye, Cemal Süreye’ya uzanmış elden ele, zamandan zamana dolaşmış, nerede bir insan görmüşse, sırlarını ona açmış simurg kuşları… Küllerinden doğarak yanmış “insan simurg”ların hüzünlü öyküsü. “…madımak’ta gül yakmak zor, gönül yakmak daha zor / kanatlanmış güvercindir her alev oy, göveren candır oy…” Şiirlerinde bireysel özgürlükler için verdiği mücadele, toplumsal mücadelenin en önemli cephesini oluşturmaya devam eder. Günlük hayatın içinden seçip aldığı kirli gerçekleri unutulmaz bir biçemle zihnimize kazır, okura göstermek istediği derindeki büyük sancıdır. Dilini, bir cila gibi anlatıyı etkili, görünür kılmak için kullanır.”…ah sen ne gönülsün ki sığdıramam gül bahçelerine  /ah sen ne gülsün ki sığdıramam gönül bahçelerine…” Bireyselleşme, toplumsallaşma gibi temel ve dinamik bir süreçtir, bireyselleşme, öncelikle insana soru sormaktır, alışkanlıkların ve görülebilenin dışına olan bir yöneliştir bu. “…biz neyi özledik dersiniz dostlar, biz neyi özlemedik / biz aslında sizi özledik, biz bir şeyi özledik / biz aslında insanı özledik / biz insanı özledik / insanı özledik / insanı  / ah, şimdi yoklar…”


Barış Erdoğan’ın şiirlerinde tıpkı hayran olduğumuz ünlü sinema yıldızlarının çektikleri filmlerin ve hayatlarının kenarda kalmış ayrıntılarıyla kendi hayatımız arasındaki rastlantıları ve kesişmeleri yakalarız, şiirlerindeki sinemayı gerçek sinemalar gibi izleriz. Emprestyonistler gibi çevresindeki varlıkları değil, bunların kendisinde bıraktığı izlenimleri aktarır. Dış dünya ile ilgili gözlemlerini, olduğu gibi tüm ayrıntılarıyla anlatmaz onda kalanlardır anlattıkları. Sembolistler gibi duyumlar arasındaki iletişim ağını, sembollerle, sözcükler ve imgelerle kurarak anlatır, böylelikle ruhsal gerçeğe ulaşır. Çünkü şairin anlattıkları dış dünya değil, bu dünyanın hayalleriyle bezenmiş “insan” izlenimlerimdir. Bireyin toplumdan kopuşunun asıl nedeni, özgürlük istemelerinin yanı sıra, birey olma mücadelelerinin başarısızlığıdır. Bu başarısızlığı, bireyin içinde yaşadığı toplumun geleneksel bir yapıdan sıyrılan ve modern bir yapıya geçmekte olan bir toplum olmasında aramakta yanlış olmaz diyendir. “…annem kızılderili desem değil afrika’da yerli  / azteklerde tanrılara kurban edilmiş / dersiniz maya, dersiniz çöl güzeli annem pirayeli / babam habeşi, renginden tanıdım hakiki  / adı hem var hem yok  / dersiniz gönül kölesi, dersiniz gönül kabesi / babam harbiyeli  / kadınım kilim dokuyan yörük, renklere serpilmiş  / bir içim su çeşme çeşme  / dersiniz alaska’da buz, dersiniz himalaya’da kar / kadınım şemsiyeli / kendimi saklayıp dururum, çalıya dolanmış güvercin  / kanat kanat yolunmuş  / dersiniz seken keklik, dersiniz kınalı turaç / kendim neyim ne değilim, kendimi bilmeyeli…”

Şair, “1956 yılında Anamur’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Anamur’da; üniversite öğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde tamamladı. İlk şiir çalışmalarını, Sanatta Kalem’de yayımladı. Milliyet Sanat’ın genç şairlere çağrısına “Özgeçmiş” şiiriyle cevap verdi.İlk şiir kitabı Kuş Kıyamet’i 2011’de, ikincisi Şiir Cin/ayetleri’ni 2012’de yayımladı. Bu günlerde kentleşme projesiyle yeniden yapılandırılan yıkıntıların şehri İstanbul, şairin ruhunda da bir deprem etkisi yaratmıştır, bu etki mekânı algılayışındaki somut yıkımla verilir…“içinden nehir geçmeyen kentler ağzından zehir akanlardır / denize komşu kent, eteğini havalandıran marilyn monroe’dur / sırtını dağa vermiş kentlerse zengin kocaya varmış dul  / benim kentlerim az biraz tarih kokan izmir’dir / ama benim kentim tepeden tırnağa aşk kokan istanbul’dur.” Yıkıntıların hüznü diyebileceği bir şiirsel ve seçmeci bakışla bakar kente. İstanbul’un hayatına bakarken, kendi hayatı da geçmişin güzelliğiyle eskimiş ve yıpranmıştır. “… ben bana aşkı yaşatan şehirleri severim azar azar …/…/.  ama benim kentim tepeden tırnağa aşk kokan istanbul’dur…” Onun şiirlerini okurken Ara Güler’in siyah-beyaz resimleri bir bir geçer gözümüzün önünden.şu ara güler’den arakladığım istanbul fotoğraflarında da yoksan / bütün kentlere yağmur yağıyordur / ayaklanmış korsan…” Bilgi kadar kayıp duygusunun verdiği hüznü yazar. Bu hüznü hissetmek için bakışlarını yalnız İstanbul’un geçmişine değil bugününe de çevirir. Bugünün İstanbul’unda yıkıntılar içerisinde yaşayan bir geçmişi gösterir..

“Simurgname” simurgdan bu yana tüm mitolojideki, “Sisyphos” ve “Prometheus” gibi cesur serüvencilerin de yolculuğuna uğurlanmış, gizlenmiş “insan” durumunda. Şiirler, Dante’nin “ İlahi Komedya’sındaki yolculuk gibi bir yaşam öyküsüdür. İnsanın değişime uğrayarak olgunlaşarak “üstün insan”, “ehli kâmil” olması kitabın belkemiğini oluşturur.  İyi okumalar sevgili blog okuyucuları.

Nezihe Altuğ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder