Kitabın Adı: Bir Yazın Tarihi
Kitabın Yazarı: Halid Ziya Uşaklıgil
Yayınevi: Remzi Yayınevi
Basım Yılı: 1985
KİTABIN ÖZETİ:
Şiddetli
ve korkunç bir sağnak altında soluk alamayan birisi gibiyim. Bir süre
bir duvar dibine çekilerek başımdan aşağıya dökülen bu sağnağın içinde
ciğerlerime biraz güç kazandırmak, bu korkunç dolanıp duruşuna beni de
takarak döndüren bir kasırga arasında benliğimi biraz herkesten uzak ve
ayrı bir yapayalnızlık içinde, kendimle söyleşerek dinlendirmek
istiyorum.
Sanıyorum ki şakaklarımın arasında bir buhar gücüyle
kaynayan şu kağıtların üstünde sıralandırılıp bölümlere ayıracak ve
çözümleyebileceğim. Bu dört aşkım çatışma noktasını oluşturarak,
parçalanmasına pek az bir şey kalan darmadağın yüreğimi daha yakından
görmeyi başarabileceğim umudundayım.
Dört aşk, bir yaz içinde dört
aşk!... Bu temel üzerine kurulmak suretiyle ne güzel bir komedi
yazılabilirdi. Bir tiyatro yazarı olsaydım, kişileri şöyle oluştururdum:
Güzin: 17 Nevin: 16 yaşında, daha geçen yıl (artık kendisine) izin
verilmiş bir İngiliz mürebbiyesinin elinden kurtulmuş iki kızkardeş...
Güzin'in sarı ela gözleri var ki sürekli ortalıkta gülmeye neden
olabilecek bir şeyin geçinmesini bekleyen, gizliyi arayan ve gözetleyen
iki yıldız gibi parıldar. Uzun kızıla çalan saçlar ki çoğunlukla büküle
büküle ta başının arkasına dört bağa iğne ile tutturulmuştur.
Âliye
18, Samiye 15 yaşında. Güzin ile Nevin'in teyze çocukları yazı birlikte
geçirmek için konukluğa gelmişler. Âliye iri, hülyalı, mavi; Samiye
yeşili andıran gizemli gözleriyle bir şiir okuyor, öteki ise bir hainlik
düşünüyor gibidir. Âliye'nin ince ve uzun bir boyu bosu vardır ki
şiddetli bir rüzgâra rastlayacak olsa kırılacak sanılır. Samiye'de bu
boy bos, daha gelişmek için zaman bulamayarak tatlı dolgunluklarla
hapsedilmiş halde kalmıştır.
Daha sonra güvercin kümesinden çıkmayan
bir amca ile kozlarının Güzide ile Nevin'in gürültülerini işitmemek
için aşağıdaki odasından kulaklarını tıkayan bir yengenin ilgisiz
savsaklamasıyla bu dört tehlikenin arasına korunmasız, savunmasız
salıverilmiş bir genç;
Yirmi iki yaşında; okuldan çıktıktan sonra
dört yılını vilayetlerde, yol çalışmalarında geçirerek bu yaz ki izin ve
dinlenme zamanını İstanbul'da geçirmek için gelmiş. Bir mühendis; ama
bu kare aşkın ortasında yüreğinin bütün o düz ve düzenli çizgileri
kırılmış, zavallı ve perişan bir mühendis ki duygularına doğru bir
belirlemeyi bir türlü başaramıyor...
Komedinin kişilerinden
birini savsaklamış oldum: Savsaklanabilecek bir yüz ama, yanında
yöresinde uçan bilmem nasıl bir incelik ve acıma havasıyla, bu yüzden de
bu (çizilen) tabloda bir hayatı var. Meliha! Öksüz bir kız. Bizim
ailenin uzaktan bir yakını olduğunu bana nasıl anlatmışlardı! Ölmüş bir
dayının...
Uzaktan bir akrabalık ki zavallı Meliha'nın hüzünlü yüzü gibi ortadan siliniyor.
Hepsinin
büyüğü de, hepsinden küçük görünüyor. Güzel değil: üstelik siyah ve her
zaman ağlar gibi duran gözleriyle, elemli bir gülücükle hafifçe
kenarları kasılmış sanılan dudaklarıyla; hoş görünmek için hiçbir özen
göstermediği belli olan sade ve düz taranmış siyah saçlarıyla bütün
gençliğinin üstüne bir donuk perde çekilen bu kimsesiz, sığınmış genç
kız yüzü için derin bir acıma duymasam üstelik çirkin diyeceğim.
İşte
o komedinin kişileri bunlar. Sahne; Çubuklu'nun, uzun bir terkedilişle
harap olmaya yaklaşmış, büyük bahçeli bir yalısını gösterecek.
Karar vermekten beni engelleyen şey nedir? Madem ki bu böyledir, böyle olmak gerekir.
Zavallı
Meliha! Adı bile kendisine acınılarak bağışlanmış bir avuntu gibi duran
kızcağız! Bu demek oluyordu ki güzel değil, hiç güzel değil; ama
Meliha!... Bu ne kadar doğru?...
İlk önce çirkin sanılan ve belki
çirkinliğindeki saklanmış bir güzellik bulunan bu düzgün ve ölçülü
yüzden nasıl bir güzellik şiiri yayılarak bir melulluk havası içinde
insanı sarıyor. Siyah gözlerinde sizden acıma dilenen, güzel
olmayışından dolayı bağışlanmasını bekleyen bir korkuyla titreyen bir
bakış var...
Yüzünde solgun, hafif sarı bir renk var ki eğer bu yüzü
hayatta fazla buluyorsanız, gözlerinizin önünden hemen silinmek için
bir işaretinizi bekliyor gibidir. Sonra buna bir yürüyüş ekleyiniz ki
basamaktan çekingen, sanki akıyor (gibi iner): bir ses veriniz ki söz
söylemek zorunda kaldıkça saklanmak, kendisini işitmekten
şaşıyormuşçasına, sanki var olmamak istesin.
Ah! Bu vücut bana nasıl
durgun ve tatlı bir hayat verecek; beni nasıl bir sessiz mutlulukla
yaşatacak! Bana ne keskin dişlerinin arasındaki sivri dilinin ucu
gülümseyen Güzin, ne yanaklarından bir ateşin alevleri püskürmeye hazır
duran Nevin, ne o sarı saçlarının altın tacıyla göksel bir yaratık gibi
dünyanın üstünden uçuyor sanılan Âliye, ne de garip gözlerinin içindeki
şaşırtıcı yeşillikleri insanı ürküten Samiye gerek.
Ben hayatımı bir
sevecenlik, incelik ve duygusallık içinde tatlı ve acı bir hülya ile
uyutacak olan bu hüzünlü yüze muhtacım. Evet, böyle olacak; onların hiç
birini değil, yalnız bunu seviyorum ve hayatımı ona vereceğim!...
Onlar (kim bilir) nasıl korkunç bir kahkaha ile buna gülecekler. Dudaklarının bütün küçümseme anlamıyla:
- Meliha, Meliha'yı sevmiş!... diyecekler.
- 17 Temmuz:... -
Sabahleyin
o herkesten önce kalkıyor; bir gün onu ellerinden tutup (kendisini
sevdiğimi) itiraf edeceğim... Evet, büyük bir "darbe" vurmak gerekiyor.
- 20 Temmuz:... -
Son sayfa... Burada geçecek son gecenin son sayfası. Zavallı aşk defteri!...
Bu
sabah kalktığım zaman penceremin altında bir ayak sesi işittim. Bir
sezgi bana haber verdi ki o'dur. Panjuru yavaşça kaldırarak baktım: O
idi. yavaş yavaş o yeşil yola doğru ilerliyordu.
O dakikada yüreğim
nasıl çırpınıyordu! Bugün başaramazsam benim için artık her şeyin bitmiş
olduğu yargısına varmak, buradan bir hafta sonra bir boş anı ile
ayrılmak gerekiyordu. İşte o büyük "darbe" yi bu sabah vuracaktım.
Mümkün olduğunca giyindim; yavaşça merdivenlerden indim, bahçeye çıktım. Kendi kendime:
- Ne olursa olsun!... diyordum.
O,
yolun sonuna yaklaşmıştı. Köşkün pencerelerinden görülmeyecek bir
noktada onunla buluşmak için acele etmek gerekiyordu. O döndüğü zaman
beni gördü ve bir süre hareket edemeyerek öyle durdu. Sonra, ufak bir
kararsızlıktan sonra bana doğru ilerledi. Ben şimdi daha hızlı
yürüyordum.
Ta karşısına gelince durdum. O da duruyor, biraz
korkuyla bana bakıyordu. Beni konuşmaktan engelleyen bir yürek
çarpıntısıyla titriyordum. Sonunda:
- Sizi izledim!... dedim.
Evet, niçin yalan söylemeliydi?... O birden sapsarı oldu, sarsıntı geçiriyor sandım.
- Evet, sizi böyle ne vakitten beri izlemek, size sonunda söylemek istiyordum...
Zayıf göğsü iri soluklanmalarla yükselip iniyordu.
- Beni mi? dedi. Sonra, elleriyle tutunacak bir yer arıyor gibi sallandı.
- Bana bir şey mi söylemek istiyordunuz?
Karşılık verdim:
-
Evet, bir şey değil, bir çok şey... Sizin anlamış olmanız gereken
şeyleri sonunda, evet sonunda size söylemek istiyordum: beni
bağışlıyorsunuz değil mi? isterseniz bana çıldırmış gözüyle bakınız; ama
buraya geleliden beri ne kadar ıstırap çektiğimi biliyorsunuz.
Biraz gülümser gibi oldu. Sonra birden bu sarı yüzü umulmayan bir kırmızılık kapladı, titrek bir sesle:
- Lakin, dedi; benimle eğleniyorsunuz, benimle eğlenmek isteyenlere araç oluyorsunuz!...
Bu aklıma gelmemişti. O zaman ellerini tuttum. Şimdi bir çocuk gibi ağlamak üzereydim:
-
Bir hafta sonra gideceğim, biliyorsunuz. Söyleyin, yalnız tek bir
sözünüzle burada kalayım. Beni kabul ediyor musunuz? Sizi her zaman
sevecek olan bir eş olarak kabul ediyor musunuz?
Elleri titriyordu.
Gözlerini yavaşça indirdi. Ta içinden yükselen büyük bir soluklanmayla
bu zayıf vücut kabardı. Sonra usulca, gevşek bir hareketle ellerini
çekerek, başını umutsuz bir halle sallayarak:
- Yanılıyorsunuz,
dedi; beni sevmiyorsunuz, bana acıyorsunuz, o kadar... Ve bunu benim
(önerinizi) kabul ettiğim dakikada anlayacaksınız. O zaman ben ölürüm...
Bu son söz ağzından son hayat soluğu gibi çıktı. Şimdi kaçmak, daha
fazlasını işitmemek istiyordu. Yavaşça yürümeye başlamıştı. Ben
yanında:
- Niçin gidiyorsunuz? Siz yanılıyorsunuz, siz beni
öldürüyorsunuz... diyordum. O yürümesini sürdürerek acı bir gülümseyişle
gülüyordu. Sonra eliyle yakararak :
- Rica ederim beni bırakınız, düşeceğim, dedi. Bu doğruydu. Vücudunu saran bir titremeyle, düşeceği anlaşılıyordu.
Bugün artık yalıya giremiyordum. Bugün bu yolun yarı karanlığında, karanlığında çektiğim acı...
Öğle yemeğine geldiğim zaman hepsi birden:
- Nerede idiniz? dediler. Samiye:
-
Ne kadar sararmışsınız?... diyordu. Meliha'nın yeri boştu. Akşam
yemeğinde bu yer gene boş kaldı. "Meliha hastalanmış..." ve sonra
herkesin yüzü: "Bir şeyi yok!..." anlamında geriliyordu.
Bu gece hep
birlikte oturuyorduk; ama ben onlardan ne kadar uzaktım!... Bir ara,
herkes odasına çekilmek üzereyken, yengem Meliha'nın odasından çıktı:
- Meliha ateşler içinde!... dedi. Kimse dikkat etmemiş gibiydi. Ben ayağa kalkarak dedim ki:
- İzin verir misiniz. Kendisini görebilir miyim? Yengem:
- Elbette, dedi. Ve titreyerek odasına girdim.
Meliha
yatağının içindeydi. Mumun zayıf ışığında, ilk önce, girenin ben
olduğunu bilemedi. Sonra ben yaklaşınca anladı, doğrulmak istedi. Bir
eli yatağından sarkıyordu. Bu eli tuttum:
- Hayır, öyle durunuz, dedim: neniz var? O, önce başını sallayarak:
-
Hiç!... dedi. Sonra birden dirseğinin üzerine doğruldu. Siyah
saçlarından ayrılmış bir küme, zayıf gerdanını örtüyordu. Gözlerini, o
şimdi ateşler içinde yanan gözlerini gözlerime dikti. Başkalarına
işittirmemekten çekinen yavaş ve ateşle yanmış kuru bir sesle:
- Yarın buradan gidiniz; bir hafta sonra gitmeyecek miydiniz? Yarın gidiniz!... dedi.
-
Lakin niçin bu kadar direniyorsunuz, neden kabul etmiyorsunuz?...
diyordum. O, şimdi haşarı bir kız gibi başını şiddetle sallayarak, beni
işitmek istemeyerek:
- Hayır bana yemin ediniz ki yarın gideceksiniz; yemin ediniz, yemin ediniz... diyordu. Sonra ekledi:
- Sizi onların arasında bildikçe ve ben böyle hasta oldukça, ölüyorum!...
Ben
coşmak üzereydim; bir şey söyleyemiyordum. Artık bu kızı öldüren şeyi
anlıyordum ve eriyordum. (İsteğini) kabul etmemek elde değildi:
-
Madem ki öyle istiyorsunuz, sizin isteğinizi yerine getirmiş olmak için,
yemin ederim ki yarın gideceğim, dedim. Yüzünde bir rahatlama ferahlama
gülücüğü, bir güneş uyandı.
- Teşekkür ederim, dedi ve yavaşça iki
elleriyle başımı çekerek bana bir öpücükle bütün ruhunu vermek istedi.
Sonra birden geri çekildi ve bir şey söylemeyerek. Başını yastığa
salıvererek, eliyle işaret etti:
- Gidiniz!... diyebildi...
İşte
yarın onu böyle hasta, ötekileri öyle şen ve bahtiyar bırakarak
buradan, bir daha geri dönmemek üzere, gideceğim. Lakin, aman Yarabbi,
yüreğimde ne derin bir yara ile!...
YAZAR HAKKINDA KISA BİGİ:
1866 yılında doğdu, 1945 yılında öldü.
Fatih
Askeri Rüştiyesi’nde okudu. Ailenin İzmir’e yerleşmesi nedeniyle
Fransızca öğretim yapan bir okulu bitirdi. Ardından lise edebiyat
öğretmenliğine başladı (1883). İstanbul’a yerleşti. Reji İdaresi’nde
başladı (1896), İttihat Terakki Cemiyeti’ne katıldı (1905). Daha sonra
Edebiyat Fakültesi’nde Batı Edebiyatı dersleri verdi. Resmi görevle
Fransa ve Almanya’ya gönderildi. (1913-1916). Halk hikayeleri ve halk
masalları dinleyerek geçirdiği çocukluğu, Halit Ziya Uşaklıgil’e
edebiyat sevgisini kazandırdı. Öğrendiği Fransızca ile, Batı
edebiyatlarını siyasal gelişmeleri izliyordu. Bir ara İzmir’de Nevruz
adlı bir fikir gazetesi çıkardı. Burada modern Fransız edebiyatından
çeviriler yayımladı. Ardından Recizade Mahmud Ekrem’in ilgisiyle
Servetifünun yazarları arasına katıldı. En verimli eserlerini budan
sonra yazdı. Edebiyat-ı Cedide Akımının aranan önemli bir imzası oldu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder