31 Ekim 2014

Mecnun'un Aşkı Nikah Masasına Kadar


İlk görüşte aşka inanır mısın? Evet vardır öyle birşey. Hani psikolojide de vardır, ilk intiba önemlidir derler. Yeni bir insanla tanıştığında ilk 30 saniye üzerinde bıraktığı etki çok önemlidir. Ya başımıza gelmiştir ya da çevremizde görmüşüzdür, gördüğü anda başlayan ve kısa sürede alevlenen aşk hikayelerini. Ahmet'le Nazlı'nın hikayesi de böyle birşey.

İlk gördüğü andan beri aklından çıkaramamıştı Ahmet Nazlı'yı. Daha birkaç hafta olmasına rağmen onu hayalinden çıkaramıyor, tabiri caizse gece gündüz ismini sayıklıyordu. İkisi de aynı mahallede oturuyordu halbu ki. Ama bugüne kadar birbirlerini ya görmemiş ya da görse de farketmemişlerdi. Zaten Nazlı'yı ailesi pek dışarı bırakmazdı. En fazla ilk okulu okuyabilmiş, babası daha fazlasına izin vermemişti.

Ahmet fazla uzatmadı meseleyi. Öylesine tutulmuştu ki Nazlı'nın birinci kattan az yüksekte olan evlerinin penceresinden mektunu içeri atıverdi. Herşeyi itiraf eden bir mektuptu bu. Onu ilk olarak Nazlı'nın alacağını biliyordu. Çünkü Ahmet gözlerini evden ayırlıyordu. Evde kim var, kim yok, içeri kim girdi, kim çıktı, Nazlı evde mi, değil mi, hatta hangi odada bunu bile an be an biliyordu neredeyse. O gün annesi dışarı çıkmıştı ve ahmet Nazlı'nın evde yalnız olduğunun farkındaydı. Nazlı ilkokul çağından bu yana ancak annesiyle birlikte, o daçok nadir olarak evden çıkabilen bir ev kızıydı. Kuzenlerinden başka arkadaşları bile yoktu. Sosyal bir hayattan bahsetmeye bile gerek yok.

Ahmet bir cevap bekliyordu. Ama günlerce ses çıkmadı sevdiği kızdan. Her aşığa beklemek cehennem ateşi gibi acıdır derler. Ahmet için de öyle oldu. Dakikaları sayıyor, her dakika ona ızdırap veriyordu. Şimdiden olumsuz bir cevaba karşı bile kendini hazırlamış, bir sonraki adımı planlamaya hatta daha sonraki adımı planlamaya bile başlamıştı. Ve tek kelimeyle herşeyi göze almıştı. Çünkü bunun adı aşktı.

Ahmet babasıyla birlikte çalıştırdığı dükkanın işlerini bile aksatmaya başlamıştı. Bedeni başka yerde, ruhu başka yerdeydi. Gözleri biryere doğru bakarken bile o bakışlar duvarları, sokakları, evleri aşıp taa Nazlı'ya gidiyordu. Neyse ki babası disiplinli ve çalışkan adamdı. İşleri sıkı tutuyordu ve kazançları da oldukça iyiydi. Babası onun bu halinin farkındaydı elbet. Anlayışlı, gün görmüş adamdı. Fazla düşünmeye gerek yoktu. Oğlunu bu hale getiren bir aşktan başka ne olabilirdi ki. Ahh gençlik dedi bir gün ve içini çekti derin derin. Fakat hiç birşeyin farkında değilmiş gibi davranıyordu. Çünkü oğlunun gelip konuyu açarak kendisiyle konuşmasını bekliyordu.

Aradan yaklaşık 5 gün geçmişti. O akşam ahmet'in cep telefonuna bir mesaj geldi. "GEciktiğim için özür dilerim, benim telefonum yok, babamın telefonundan mesaj atmak için hep fırsat kolladım. Nazlı" Sonra ikinci bir mesaj, üçüncü bir mesaj. Ahmet mesajlara cevap vermiyordu. Sanki gelen mesajlar Allah'ın ona gökten indirdiği mucize bir nur gibi büyülenmiş bir şekilde telefonun ekranına bakıyordu. Sevinmesi, mutlu olması gerekiyordu ama o an nasıl mutlu olunur, sevinç davranışı nasıl olur, beyininde tüm bilgiler alt üst olmuş ve bir heykel gibi donup kalmıştı.

O günden sonra herşey değişti. Ahmet mutluluktan ayakları yarım metre havada geziyor, sürekli gülümsüyor, atraftakilerin bile şaşkın bakışlarına sebep oluyordu. Çünkü o her an karşısında Nazlı'yı ve onun gönderdiği mesajları görüyordu. Görüşmeye başladılar ama tek iletişim araçları pencere önü mektuplarıydı. Günün belli bir saatinde mektuplar pencere önünden el değiştiriyordu.

Günler, aylar böyle geçip gitti. Nazlı da Ahmet de bu aşkın ateşine tutuşup gittiler. Artık işi ciddiye dökmenin zamanı gelmişti. Nihayet Ahmet babasına mevzuyu açtı. Malum zaten baba da bunu bekliyordu ve artık oğlunun mürvetini görme aşmasına gelmenin mutluluğu ile bu işi fazla uzatmadan bir söz keselim dedi. Tabi Ahmet'in halini tahmin edersiniz. Herşey o kadar güzel gidiyordu ki mutluluk üzerine mutluluk yaşıyordu. Aylardır bir kez bile yüzünü asmamış, kimseyle en ufak bir tartışması bile olmamıştı. Birkaç gün içinde çiçekler çikolatalar hazırlandı ve kız isteme safhasına geldi çattı zaman. Ahmet Nazlı'nın elleri titreyerek uzattığı kahveyi alırken bile hala gülümsüyordu. O an insan utangaç olur birbirinin yüzüne bakmazlar ya hani, Ahmet hem gülümsüyor hem de gözlerini Nazlı'dan ayırmıyordu. Herkes gibi babası da bunun farkındaydı ve lafı uzatmadan konuya girdi...

El çantasını bile unutmuştu içerde Ahmet. Arkasına bakmadan hızlı adımlarla yürüyordu sokak lambalarıyla aydınlanan yolda. Aylardır yaşadığı mutluluk şu ânâ kadardı. Gülümseyerek girdiği o evden yüzü asık hayalleri yıkılmış bir halde çıktı.

Hayatta herşey istediğin gibi gitmiyordu elbet. İnsan bunu yaşayarak yecrübe edecekti ve bu Ahmet'in ilk ve acı bir tecrübesiydi. Bu yüzden onu çok sarsmıştı. Ailesi Nazlı'yı ona veremeyeceklerini kısa ve öz birkaç cümleyle söyleyivermişlerdi. Ailenin, özellikle annesinin kafasında, hayalinde, yıllardan beri, Nazlı'yı kuzeni Harun'la evlendirme düşüncesi vardı. Bunun için Nazlı'ya sorup fikrini alma gereksinimi bile duymuyorlardı. Zaten Ahmet ve ailesine olumsuz cevap verirken de sorma ihtiyacı duymadılar. Nazlı ise gözyaşını içine akıtıyor, üzülme lüksüne bile giremiyordu.

Izdırap dolu günler o günden sonra başladı. Ama aşk bu söz dinler mi? Aradan birkaç gün geçti ve pencere önü mektupları yeniden işlemeye başladı. Bu kez arada bir engel olduğu için artık maktup transferi ve ızdırap dolu cümleler daha da yoğunlaşmıştı. Bazı geceler geç vakitte Nazlı'nın penceresinin önüne geliyor ve onun görüp sesini duyabilmek için soğuk sıcak demeden saatlerce bekliyordu. Nazlı ise anne babasının uyumasını fırsat kolluyor ve korkarak da olsa sevdiğinin yanına, onları ayıran pencere korkuluklarının önüne koşuyordu. Her geçen gün bu tutku daha da artıyor ve birbirlerine kavuşamamanın korkusu ve üzüntüsüyle yanyanayken bile bir hasret duygusuna bürünüyorlardı. Artık ikisi de geceleri uyku uyumaz olmuştu. Neredeyse her gece her gece görüşüyorladı.

Nazlı'nın annesi kızının davranışlarından şüphe duymaya başlamış ve onu sık sık kontrol etmeye başlamıştı. Bu denetimler artık görüşmelerin ızdırabı oluyordu. Aniden odaya yapılan baskınlar hatta bütün gece Nazlı'nın odasında kalmalara kadar ilerlemişti. Her gece pencere önüne gelen Ahmet, fırsat bulup da pencereye gelene kadar nazlıyı beklerdi. Bu bekleyişler bazen sabaha kadar sürer ama Ahmet yine de onu görmeden ordan ayrılmak istemezdi. Pencere önünde kıvrılıp yattıığı ve sabahın ilk ışıklarıyla gözünü açtığı gecelerin sayısı artmaya başlamıştı. Bundan hiç gocunmuyordu ama o gece sevdiğini görememenin ızdıradını hiçbirşey dindiremiyordu.

Yine aylar böyle geçti ama Ahmet hiç vazgeçmedi. Babası oğlunun bu durumuna dayanamıyor, içi yanıyordu. Tek evladının böyle üzülmesine katlanamıyordu ve baba bir kez daha şansını zorladı. Araya hatrı sayılır büyükleri koyuyor, onları vesile kılarak tekrar tekrar haber gönderiyor ve aileyi ikna etmeye çalışıyordu. Ama hiçkimse onları kararından dönderemiyordu. Baba gece gündüz düşünüyor ve ne olursa olsun bu işe bir çare bulmanın yollarını arıyordu. Vicdanına pek sığdıramasa da aklına bir fikir gelmişti ve bunun işe yarayacağını düşünüyordu. Kızın ailesi oldukça fakirdi. Oturdukları derme çatma ev bile kendilerine ait değildi. Ahmet'in ailesi ise varlıklı denebilecek kadar durumu iyidi. Baba, kızın ailesine bu kez bir teklifle gitmeye karar verdi. Çocuklarını evlendirirlerse düğün hediyesi olarak oturacakları evi kendilerine zaten verecekti ama asıl teklif ailenin bu evliliğe razı olması durumunda aileye de bir daire sözü verdi.

Ahmet'in babasının bu fikrinin işe yaraması adamı hem sevindirmiş hem de üzmüştü. Sevinci oğlunun mutluluğu olacaktı ama üzüntüsü mal kaybı değildi. Kızlarını para karşılığı evlendirmeye razı olan bir ailede yetişen bir kız acaba oğlunu mutlu edebilecek miydi. Yarın birgün oğlunun da işleri kötüye gitse ve fakir düşseler eşi Ahmet'e isyan edecek miydi? Bütün bu sorular kafasını kurcalayıp duruyordu.

Kısa sürede düğün hazırlıkları başladı. Ahmet ve Nazlı'ya güneş yeniden doğmuştu. İki hafta içinde tüm hazırlıklar bitirilip düğün yapıldı ve iki aşık dünya evine girdi.

Sevgili dostlar, hikayenin burdan sonrasını sizlere bıraksaydık acaba işin sonu nereye giderdi. Muhakkak hikyeyi devam ettiren kişi sayısı kadar yol olurdu Ahmet ve Nazlı için. Belki de iyimser bir gözle bakar ve çocuk hikaye kitaplarındaki o cümleyi kullanırdık hikayenin sonunda; "Sonsuza dek mutlu yaşadılar." Belki de daha başka bir yol... Gerçek yaşamda hiç azımsanmayacak kadar Ahmet ve Nazlı'lar vardır elbet. Etrafımızda, uzağımızda ya da yakınımızda yüzlerce aşk hikayeleri. Ahmet ve Nazlı'nın hikayesini romanlara göre tasalasak belki daha umut verici sonlar çıkacaktır karşımıza. Ama gerçek hayattaki örneklere göre tasarlasak bu iki gencin sonu nereye gider bilinmez.

Biz hikayemize devam edelim. Ahmet ve Nazlı rüyalar ülkesindeki kral ve kraliçe gibi yaşarlar evliliklerinin ilk aylarını. Zaman geçtikçe yaşam şartları gereği artık hayata sorumluluk penceresinden bakmak gerekir. Artık baba yaşlanmaya başlamıştır ve Ahmet işleri yavaş yavaş babasından devralır. İşlerin yoğunluğu ondan daha fazla zaman çalmaya başlar. Hayat mücadelesi, ekmek kavgası bir an bile durmaksızın insanları koşuşturmaya devam edecektir. Sizce bir an bile kavgasız gürültüsüz mü geçecektir bu iki gencin hayatı? Tabiki hayır. Her evlilikte olduğu gibi gerginlikler tartışmalar olacaktır. Zaten öyle olmasa bu hikaye, hikaye olmaktan ileriye gidemezdi ve hayatın gerçek yüzünü yansıtmış olmazdı. Zira ömür boyu her ânı tartışmasız sorunsuz geçen hiç bir evlilik olmamıştı. Kâinatın Efendisi Rasulullah s.a.v. bile en sevdiği eşi, mü'minlerin annesi Hz. Aişe'yle bile tartışmış gerginlik yaşamışsa daha da yorum yapmaya gerek yoktur.

Ahmet'le Nazlı da tartıştılar, gerildiler, birbirlerini kırdılar elbet. Eşler kıar birbirini kırmasına da yeter ki tamir edemeyecek kadar olmasın. İnsanı en çok yaralayan da dildir. Dil yarası başka yaraya benzemez derler. İnsan asıl sevdiğine kırılırmış. En çok onun sözü yaralarmış. Gerçekten de öyle değil mi? Dışarda tanımadığın biriyle kavga edersin ve en ağır sözleri duyarsın, akşama yada birkaç gün sonra unutursun. Ama sevdiğin bir kırdı mı kalbini, kapansa da yaran bir gün, ömür boyu izini taşırsın. Bu iki gencin yaraları da malesef böyle açılmış ve büyüyüp gitmişti. Ahmet, karısından duymak yerine ölmeyi tercih ettiği o sözleri duydu birgün. Çok şiddetli bir kavgaydı o geceki. Birbirlerini haddinden fazla kırmışlardı. Öfkeleri bir an dinmiyordu. Nazlı Ahmet'e, Ahmet Nazlı'ya bağırıp duruyordu taa ki o söz Nazlı'nın ağzından çıkana kadar: "Penceremin önünde yattığın günleri çabuk unuttun galiba..."

O andan sonra tek kelime etmemişti Ahmet sabaha kadar. Ne konuşmuş ne de uyku uyumuştu. Onu gördüğü aşık olduğu günden bu güne kadarki yaşamlarını gözden geçirmiş ve herşeyi sorgulamaya başlamıştı. O hep hikaye kitaplarındaki sona inanmıştı. Sonsuza dek mutlu yaşayacaklardı. Hep ilk günkü gibi gitmeliydi ona göre herşey. Hiç bozulmamalıydı bu büyü.

Ahmet'in iş yoğunluğu oldukça çoktu. İşten sonra doğru evine gidiyordu. Geri kalan vakti evinde geçiriyordu. Geç vakitte gelip yorgunluktan bitkin düştüğü için pek de birşey yaptığı, vakit geçirdiği söylenemez evde. Ev ve işinin haricinde bir yaşamı kalmadığından şikayet etmeye başlamıştı. Arkadaşlarıyla birlikte eskisi gibi görüşüp vakit geçiremiyordu. Git gide eve olan ilgisi zayıflıyordu. Bazı akşamlar arkadaşlarıyla buluşup erkek erkeğe vakit geçiriyorlardı. Eve gitme hususunda çok aceleci ve önemseyici davranmıyordu. Ne de olsa artık karısıydı ve evde onu bekliyordu. Kaybetme korkusu yoktu. İşte herşeyi alt üst eden duygu buydu. Artık telaşa da gerek yoktu. Evlenmişti onunla ve istediğini elde etmişti. Tedirgin olma gereği duymuyordu bu yüzden. Eşini evini önemsese de ona aitti, önemsemese de ona aitti. Hayat artık ipini bırakmış ve nereye sürüklendiği belli değildi.

Burdan sonrasının hiç bir önemi yok aslında. Ahmet ve Nazlı ister böyle devam etsin, ister daha kötü olup iş boşanmayla sonuçlansın neticede bir zamanlar uğruna herşeyi feda edebilecekleri bir aşk bu duruma gelmişti. Artık telafisi de çok zordu. Peki şöyle bir düşünün. Ne oldu o büyük aşka. Uğruna herşeyi feda edebileceği, gece sabahlara kadar sokakta, pencere önünde uyuya kaldığı, ona sahip olabilmek uğruna sahip olduğu herşeyden vazgeçebileceği o büyük sevgiye ne oldu. Ahmet'in aşkı sahte miydi? Kesinlikle hayır. Evet o zaman Nazlı için Ahmet'ten ne istesen gözünü kırpmadan yapardı. Onun uğruna kendisinden bile vazgeçebilecek kadar seviyordu. İşte aşkın son noktası da buydu zaten. Seven bir insan sevgi derecesine göre birçok şeyden vazgeçebilir sevdiği için. Ama bir maşûk kendinden bile vazgeçiyorsa aşık olduğu kişi için, daha ilerisi yoktur bu sevdanın. Mecnun'un, Ferhat'ın, Romeo'nun, Kerem'in ve daha ismini bilmediğimiz nice maşukun aşkları da bu derece değil miydi? Onlar da kendilerinden vazgeçecek kadar seviyorlardı. Kays çöllere düşüp mecnun oldu, Ferhat dağları deldi. Sonuçta hiç biri sevdiğine kavuşamadan toprak oldu. Ama aşkları yaşadı bir ömür boyu. Bir gerçek vardı. Hayatın gerçeği. Prof. Dr. İskender Pala bir cümleyle özetliyor işin özünü. "Aşk ayrılıkla, acıyla beslenir ve büyür." İşte o yüzdendir ki mutlu bir aşk yoktur ifadesi doğrudur. Aşkı ızdırapla, acılarla aşktır. Bunun ıspatını görmek ister misiniz? O zaman açın gugıl amacayı ve küçük bir araştırma yapın. Türkiye'de yılda 600 bin kişi evleniyor. Bunların ne kadarı tekrar boşanıyor biliyor musunuz? Hiç de küçümsenmeyecek bir rakam. Türkiyede sadece bir yılda yaklaşık 100 bin kişi boşanıyor. Malum adli kayıtlar ortada. Şimdiki gençlerimiz ve aile yapılarına bakarsak artık görücü usulü evlenmeler neredeyse kalmadı. O zaman bir yılda evlenen bu 600 bin kişi severek, en azından isteyerek evlendi. Bir değil, iki değil, üç değil, beş değil, tam 100 bin kişi. Evlilğe, saadete, mutlu bir yaşama adım atan 100 bin kişi...

Şimdi gelelim zurnanın malum sesi çıkardığı yere. Lafı gevelemeden, uzatmadan, kısa ve net bir şekilde soruyorum. Leyla ile Mecnun hiç bir engele takılmadan evlenseydi ne olurdu?

Abdulkadir Avcı

2 yorum: