14 Mart 2016

Gelinlik

Ablam evlenme çağında. Şurada burada bahsi geçerken onun için hep: "Gelinlik" deniliyor. Sanırım on sekiz - on dokuz yaşlarında. Fakat yaşı sorulunca verilen cevap hep aynı: ablam "Gelinlik".

Ne zamandır durmadan bir şeyler işleyip dikiyor: Avucunun içi kadar tığ örtüleri, oyalar, dantelalar, bezler, bebe takımları, mini mini mendiller., eline-avucuna sığmayan, kıstırdığı köşeleri modeliyle karşılaştırarak, kareleri sayarak, ya da onları aplike ederek, iğnesini alttan üste, üstten alta savura savura işlerken, diğer uçları yerlerde sürünen, somyasına serilen, allı, yeşilli, beyazlı çaputlar...

Dünürcüler geliyor. Hiç görmediğimiz kadın yüzleriyle dolup boşalıyor evimiz. Bazen de ya bet suratlarından yorgunluk ve inat okunan hastalıklı kocakarılar, ya huysuz ve sevimsiz çocuklar, ya da yüzlerini gözlerini oralarına buralarına bulaştırarak boyamış "gelinlik" kızlar onlara refakat ediyor... Ve çoğunlukla görücülerin ardından hemen damlayan ve biraz fazla yeminle konuşan birtakım yapışkan kadınlar anneme rahat huzur vermiyor... Annemin ise son zamanlarda bumu kafdağında. Ne görücülere gösteriyor ablamı, ne de aracılara yüz veriyor. Bazen de pencereden beni seslendirerek, "Evde yoklar" dedirtiyor. Fakat belli ki gidip gelenler, somurtup-sokurdandırdığı kadar hoşnutsuz etmiyorlar onu. Onları uğurlayışının ardından hemen ablama koşuyor; ikisi bir kapı arkalarında baş başa vererek, kıvançtan al al olan yüzleriyle gizli gizli fis-kos edip kıkırdaşıyorlar... Ve sonra bana, kime neyi söyleyip, kime neyi söylemeyeceğime dair tembihler ediliyor. Anlaşılan birtakım kulakların olanları duymaması, birtakımlarının ise aksine duyması gerek. (Meselâ babam katiyen duymamalı; münâsip bulursa birine verebilir çünkü. Halam ise, herhalde artık ellerini çabuk tutmaları gerektiğini anlamaları için fazlasıyla duymalı.)

Bir gün geç vakit eve geldiğinde, babam bir haber veriyor: Yılmaz ağabeyim üniversiteyi kazanmış, İstanbul'a gidecekmiş... Belirsiz bir irkilişin ardından, sapsarı kesilen yüzleriyle kaskatı, kıpırtısız birbirlerine bakıyorlar annemle ablam. İkisini aynı anda tokatlamış gibi bir el.. Babam, yüksek perdeden kahkahalar atıyor: "Aslan oğlum benim," diyor. Sonra gözlerinin yaşını siliyor. "Varımı yoğumu harcadım, okuttum adam ettim.." Aklan hafiften kızarmış gözlerini yere dikerek dişlerini sıkmış, göğsü şişinip durarak, içli, acılı, gururlu, huzurlu nefesler alıyor... Belli içkili gene.

Yılmaz ağabey, amca oğlum. Küçük yaşta annesini-babasını kaybetmiş, annemi anne, babamı baba bilmiş, ablamla kardeş gibi büyümüş... Birkaç seneden beri nedense halamgilde kalıyor. Belki de ablamla sözlü olduklarına dair asılsız söylentinin kulağına çalınışıyla babamın aldığı bir tedbir bu. (Fakat başka sebepleri de olabilir. Mâlî durumu pek iyi değildir öteden beri babamın. Yıllardır sızlanır durur: "İşler kısa, elim dar.." diye. Ve fakat onun bu konuda en azından bir şeyler sezinlediği de muhakkak. Karşısında utanıp kızaran, ezilip büzülen ana-kızın perişanlığına karşı da pek katı, pek aldırmaz bir hali var.)

Bu beklenmedik haberin annemle ablam üzerindeki etkisi günler geçtikçe daha açık görülmeye başlıyor. O fis-kos edip kıkırdanışlar, o gururla pembeleşen ışıltılı yüzler, kısa zamanda yerini huzursuz suskunluklara, derin düşüncelere, sinirli, sabırsız, gergin yüzlere, tedirgin bekleyişlere bırakıyor. Endişelerini belirtici, ya da teselli ve teskin edici de olsa aralarında bu konuda herhangi bir konuşma geçmez oluyor. Ne zamandır süren o övünç ve haz dolu işbirliği artık sona ermiş gibi...

Üstelik tam da bu sıralarda ablamla amca oğlumun sözlü olduğu dedikodusu oradan buradan dallanıp budaklanmaya başlıyor. Bununla birlikte gitgide görücülerin, aracıların ardı da kesiliyor. Sanırım annem, o vakit, birdenbire ileriyi geriyi düşünmeden, sağına-soluna haber vermeden, henüz hülyâlı devrini aşmamış başı dumanlı bir genç kız mantığına, hem de tek başına ortak olmanın dehşetini duyuveriyor. İşin şakaya gelir tarafı yok artık; iki genç, buluğlarının en ateşli devrelerinde aynı evi, aynı odaları paylaşmış, birçok kereler baş başa kalmışlar ve durum bu kadarını bilenlerin, daha başka, daha derin anlamlar çıkarmasına da çok müsait.

Ablam, günler günü, öyle odanın günışığı gelmeyen köşelerine çekilip oturmuş, ne kucağındaki çaputlara, ne orada burada sürünüp yuvarlanan şeylere ; bezlere, patronlara, kırpıntılara, makaralara aldırış ederek, kolları iki yanına düşmüş, duruyor, sanki birinin gelmesini bekliyor. Korkulu, endişeli, gergin yüzü. Belki o ânı ve geçmeyen günleri, belki seneleri, belki henüz bahsini bile duymadığı, ya da duyduğu ve çekindiği büyük kentleri ve onların üniversitelerini, belki de gizlice vaat edilmiş, ya da kendince öyle kabul edilmiş şeyleri düşünüyor.

Ve bir gün amca oğlum, vedalaşmaya gelip umut verici herhangi bir şey söylemeden gidince ablam yıkılıyor. Annem ise şiddetli bir paniğe kapılmış sanki: Kızının kederine-gamına ortak olmak şöyle dursun, birden bürünüverdiği o sıkı ve sert anne çıkışkanlığıyla artık paylıyor onu. Belli akıllanmış, kapıda gözü; tıkırtılara seğirtiyor.

Kış çabuk bastırıyor. Poyraz ve yağmur... Ardından aylarca kalkmayacak bir kar. Ve don; her şey tıkanık, karanlık, ıslak ve soğuk... Kış, duyguların, hayallerin, umutların kıyameti gibi birdenbire çöküyor. Hayat buz gibi katı ve keskin; katlanılmaz bir zahmet, bir kahır artık.

Kadir TANIR


Mevsimler Dergisinden alınmıştır.
www.mevsimler.org

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder