Kitap, insanların toplumların hayatında ne kadar eski ve ne kadar önemli... Biz biliyoruz ki, yazı birkaç bin yıldır insanların önünde. Bununla birlikte toplumlar her zaman için yazıyı ve kitabı kullanmış değiller. Bir başka deyişle, kültürel mirasımızı nesilden nesile devretmek için yine kulağımızı ve dilimizi kullanmayı tercih etmişiz.
Kitaba geçiş ve kitap okuma alışkanlığı ve bu okuma alışkanlığının getirdiği tecrit ve yalnızlık insan toplumlarının hayatında çok yeni ve birtakım toplumlar için henüz bir lüks sayılmakta. Geçen asırlarda birçok Avrupa
toplumu hatta bugün çok okuyan toplumlar ve bu arada biz hayatımızda kültürel akışımı kültürel etkileşimi ve kültür mirasını devredişi kitaptan çok yüzyüze oturmakla, usta çırak, derviş şeyh ilişkisiyle, hoca talebe ilişkisiyle götürmeyi tercih etmişiz. Bundan dolayıdır ki, matbaa aslında bazı toplumların hayatına girse de pek fazla birşey ifade etmemiştir.
Bizde dün olsun bugün olsun, okuma olayına ve okumaya karşı, okuyuculara karşı, her tpolumda görülmeyen tiyatral bir saygı vardır. Aman okuyun... Ancak okumanın verimli sonuçları, kaçınılmaz sonuçları olan farklı düşünce ve eleştiri ortaya çıktığı zaman aynı saygının veya aynı nötr davranışın pek geçerli olmadığı artan dozda bir düşmanlığın sergilendiği açıktır.
Toplumumuz okumayı sınırlı olarak anlar. Hiç bir şekilde okuyan insan kendinden farklı düşünmek ve davranmak durumunda değildir. Bu onun hoş karşılanmayan bir biçimidir. Kısmen toplum cahil de olsa burda haklı olabilir. Dolayısıyla okumuş zümrenin bu çatışmayı göz önüne almasında fayda vardır.
Biz henüz az okuyoruz. Kütüphane yaygınlığı bulunmaması basılan kitapların sayısı bunu gösteriyor. Ancak son yıllarda kitap artışlarında ekonomik krize rağmen bile beklenen dramatik düşüşler yaşanmadı. Toplum artık okumayı ekmek ve su değilse de gömlek ve taşıt aracına yakın bir taleple karşılıyor.
Gazete bilgisi ve gazetenin düşüşü ise okuyucunun değil daha çok bu zanaatı yürütenlerin kusuru olmalıdır. Mesela bizde çok keskin tekrarlanır 15. yüzyıl sonunda, 16. yüzyılda bir takım grupların matbaayı getirdiği... Öyle anlaşılıyor ki inkunabel dediğimiz bu ilk baskı kitapların maiyeti tetkik edildikçe anlaşılıyor ki, bunlar daha çok dini metinlerdir. Yani duaların ve dini metinlerin yanlış okunmaması doğru öğrenilmesi ve yaygın öğrenilmesi için kullanılmışlardır.
Birçok önemli tarih kitapları, divan dediğimiz şiir derlemeleri çok az sayıdadır. Öyle anlaşılıyor ki insanlar bunları okumaktan çok iyi okuyan birini dinlemeyi, hafızaya nakşedip birbirlerine nakletmeyi tercih etmişlerdir. Aksi takdirde bu kadar sevilen Naima gibi, Gelibololo Mustafa gibi, Beçevi gibi, Solakzade gibi tarihçilerin nüshalarının çok uzun zamanlar sadece yazma olması matbaayla ancak 19. yüzyılda tanışması bu metinlerin ve yazma nüshalarını da öyle binlerle değil, çok çok yüzlerle ifade edilmesi buluntulardan da bu az çok anlaşılıyor, geçmişteki tahribata göre. Demek ki dinlenerek gitmiştir.
Kütüphane bizim hayatımızda yavaş yavaş gelişen bir unsurdur. Şöyle ifade etmek gerekir ki özellikle 18. asırda öz İstanbul gibi şehirde tabi Mısır'da, Halep'te, Şam'da bazı vakıf kütüphanelerinin sayısı artmaktadır. Özellikle İstanbul'da Hoca Ragıp Paşa gibi, Atıf Efendi gibi, Hüsrev Paşa gibi birtakım kitapsever devlet büyüklerinin ulemadan bazı ricalin kendi kitaplarını birkaç yüz ila birkaç bin arasında değişir, hususi vakıf kütüphaneler kurarak devrettiğini görüyoruz. Bunların içinde Atıf efendi gibi makul büyüklükte olanları, Hüsrev Paşa'nınki gibi daha dar olanı hatta bazelarının bir küçük hücreden ibaret olduğunu biliriz ki malzemesi de birkaç yüz yazmadır. Bunların katalogları falan pek çıkmamaktadır bazen, niye, çünkü Hafız-ı Kütüp baya enteresan bir insandır, kütüphaneci... Bunları ezbere bilir. Hatta ismini cismini değil muhtevasını da ezbere bilir. Bunlar öyle kişiler yetiştirmişlerdir ki, gidersiniz mesela bir iki sayfa bulursunuz veya elinizde bir yazma kitap vardır, başı yoktur, sonu yoktur, kopmuştur, ismini bilemezsiniz, yazarını bilemezsiniz, bunlar onu bulurlar. Bu tip kimseler, böyle Hafız-ı Kütuplar benim ilk gençliğimde bile vardı. Modernleşen hayatla birlikte ortadan kalkıyor. Fişe ve bilgisayara çok fazla güvendiğimiz için olucak.
Diğer bir sorun; Türk hayatında niçin yazma ve basmanın bu kadar çok bulunmadığıdır. Özellikle, matbaa bize niye geç girmiş? Türk tarihimizin çok büyük bir sorunsalıdır. Neler söylenmiyor? Mesela; matbaanın bize girmemesi, yobazların yüzündendir. Burada bazı ipuçları vardır. Matbaanın girmesini istemiyorlar. Çünkü el yazmasıyla, hattatlıkla geçinen kalabalık bir zümre var. İkincisi; matbaanın daha çok dini metinler, şerhler ve özellikle mushafı-ı şerif dediğimiz Kuran-ı Kerim'le ilgili olarak kullanılmasını istemiyorlardı ama şurası da bir gerçektir ki, bizim toplumumuzda kitabı çok okuyan, binlerce basılmasını talep edecek kadar çok okuyan bir toplum değildi. Ve bu hatırlanırdı, benim ilk gençliğimde bu adet al'an devam ediyordu. Bazı yaşlı amcalardan bir tanesi okur öbürküler de etrafta dinlerler. Böyle yorulmadan yüksek sesle okumayı ve öylesine dinlemeyi alışkanlık haline getirmiş kimseler vardı. Okuyan bundan bir haz duyar. Kendisine bir saygı gösterilir. Öbürküler de okuma yazma bilse bile dinlemeyi tercih eder, demek ki dikkatini öyle toparlıyor. Bu alışkanlık, hiç şüphesiz ki bazı şeyleri ezbere gitmesini sağlar. Hayatında metni görmeden çok uzun metinleri ezberleyen insanlar vardır. Bunlar bilhassa şarkta çok görülür. Dağdaki yarı göçebe, göçebe olsun, bunlar aşiret mensupları, Firdovsi'nin binlerce, sayısı binlerle ifade edilen beyitleri, uzun Şeyhnamesini mesela ezbere bilirler. Bu çok yaygındır ve de kusursuz olarak ezbere bilirler. Hiç şüphe yok ki, uzun asırlar geçmemiştir ama bir süre geçmiştir ki Kuran-ı Kerim de kaydedilmiştir. Kaydedilenleri vardır, derlenmiştir. Burada da gene hafızalara çok güvenilmiştir. Lisanın yapısı üslup ifade biçimi itibariyle eski toplumlarda ezbere yatkın bir edebi üslup vardır. Yani mesela, klasik devrin Latince'si orta zamanlarda, yein zamanlarda kulanılan Latince'ye göre daha ezbere müsait bir cümle yapısına bir üslup deyimine sahiptir. Bu klasik dillerde de çok görülen bir gerçektir.
Ezbere dayanan yani şifahi kültür dediğimiz olgu, matbaanın bir takım toplumlarda kitabın çok yaygın şekilde kullanılmasını engellemiştir demesek de gereksiz kılmıştır. Ama bununla birlikte Galiba kültürel olarak yalnız yaşamayı, kendi içinde tefekkürünü kurmayı, kapanmayı seven Batı Avrupa toplumları bu konuda bir ihtiyacı doğurmuştur. Daha 1440 da Türkiye'yi gezen Şirk Perger'in Seyahatmanesi, Küçük Asya Seyahatnamesi, matbaadan yaygın bir biçimde el yazmasıyla yayılmıştır. Unutmayın ki gazete, yanil ilk gazete İtalya'da her sabah elle 100-150 - 200 nüsha kadar çoğaltılır ve o şekilde dağıtılırdı. İşte bu toplumlarda teknik bir ihtiyaç olarak matbaa daha evvel geliyor ve hayata giriyor. Bunların üstelik öyle sırf İncil-mincil değil. Birtakım felsefe traktadları bunun içinde, birtakım seyahatnameler bunun içinde, işte gazete gibi günlük olayları aksettiren şeyler ortada, şiirler içerde hatta tetkikat gösteriyor birtakım müstehçen şeyler de bu gibi eserlerin iinde yani insanlar matbaadan evvel ell çoğaltılmış nüshaları alıyorlar ve bunun için evler var, üniversitelerin yanında bir nevi matbaa gibi o zaman. Tezgahlar var yani çok okunan ders kitaplarını çoğaltıyorlar.
Bu bizim edebiyatımızda da vardır. Medrese talebelerinin çok okuduğu, çok kopya ettiği metinler vardır. Mesela, Mahmut Paşa menkıbesi. Fatih'in Veziri Mahmut Paşa-i Veli dediğimiz Mahmut Paşa Menkıbesi bu gibi çoğaltılanlardandır. Ganije savunmasının ünlü kahramanı Tiryaki Hasan Paşa, onun da gene Kanije Savunması çoğaltılan metinlerden birisidir.
18. yüzyılda çok miktarda Hançerli Hanım ve Tayyarzade gibi hikayeler böyle el ile çoğaltılırdı. Bunlar matbaanın olmasına rağmen matbaanın külfet ve masrafına müraceet etmeden okunaklı bir yazıyla yani çok iyi bir hüsn-ü hat, güzel yazı örneği olmasa bile, ben kendim biriin tetkik ettim, rahat okunur bir yazıyla tabi halkın kendi dili içinde çoğaltılan nüshalar... Bugün bile birtakım insanlar bunu makul miktara el yazmalarını buluyorlar.
Dolayısıyla kütüphane Türk hayatında çok eski olmakla birlikte yaygınlaşması 18 ve 19. asırdır. Hatta 19. asırda o zamanki Efkaf müfettişlerinden 1865 yılında 1150 kadar elinde kitap olan bir kütüphanemizin nüshası ortaya çıkmıştır. Yani bunun Efkaf müfettişlerinden Abdurrahman Naci Bey 1152 adetlik bir, Şehzade Camiinin yanındaki Damat İbrahim Paşa Kütüphanesinin nüshalarını tek tek inceleyerek mükemmel bir katalog yapmıştır. Tabi bu tür kataloglar bizde geçtir. Hiç bir zaman Batı Kütüphanelerindeki ünlü kataloglar hatta Şark eserlerini içeren kataloglar kadar teferruatlı ve zenginleri bu güne kadar çıkmamıştır. Ama bu toplum okumayan bir toplum değil. Onu bilmek lazım. Nitekim 20. yüzyılda Arap Edebiyatını yani Arap Dilindeki Edebiyatın en zengin firhistini, bunu hazırlayan sayın Yısuf Sezgin Bey'dir. Kendinden evvelki hocalarının ve üstadlarının kayıtlarını, mirasını büyük ölçüde kullanarak geliştirmiştir. Bu Türkiye'nin bir mirasıdır ve kendinden evvel batılıların hazırladığı bu konudaki literatürü kayıt sistemini de çok aşmıştır. Fazlasıyla aşmıştır, başarıyla.
Aynı şeyi Osmanlı tarihçiliği için söyleyemeyeceğiz. Henüz Osmanlı tarih eserlerini içeren ünlü Babinger'in, Ünlü Osmanlı Tarih yazarları adlı firhistinin daha mükemmelini şu an bir Türk yapmış değildir, yapılması gerekir. Ta Bizanstan beri bütün Balkanların ve Ortadoğunun yazmaları İstanbul kütüphanelerine toplanmış. Ama bu kütüphanelerin encamı, yaşayış biçimi, onların nasıl götürüleceği kimseleri fazla ilgilendirmiyor. Ve nihayet bu ülke el'an İnkulabel dediğimiz ilk basma eserlerimizin ve asıl önemlisi yazmaların kaçırıldığı bir toplum... Kaç kişi bunu kendine dert edinmiş?
17. asırdan beri hiçbir seyyah diplomat yok ki bizim kitapları heybesine koyup götürmemiş olsun. Paris, Londra, Vatikanın, Viyananın kütüphaneleri yazmalarımızla dolu.
Niçin kütüphane?
Kütüphaneler bizim geçen asrın hatta bu asrın başına kadar büyük şehirlerdeki umumi felaketimiz olan yangınlara karşı bir kal'a'dır. Kültürün ve tarihin bir kalesidir. Taş kaleleridir. Bunların sayesindedir ki yangınlarla kül olan İstanbul'da yazma metinlerimiz bu güne kadar intikal etmiştir. Tabi bunların en önemlisi kısmen Kanuni Sultan Süleyman'dan beri bilinen bir vakıf olan ama kısmen de diğer vakıfların bir araya getirilmesiyle teşekkül eden Meral Alpay'ın ve Günay Kut'un ifadelerine göre sayısı 65.000 i geçen basma ve taş baskısı, taş baskısı ayrı bir kategoridir, ve 35.000 kadar galiba tutan yazma eski harfli eserlerden oluşan Cihanşumul üniversal bir kütüphanedir Süleymaniye Kütüphanesi.
Burada bir kitap hastanemiz de vardır. Burada yazılıp hükümdarlara takdim edilen, teship edilip süslenip hatta sarayda kitap sislemek için ayrı bir çalışanlar grubu vardı. Bunlar bugünkü darphane denen kısımda iş görürlermiş. Bir de getirilen, Tahran'dan, Bağdat'tan, Halep'ten, Musul'dan, taa uzak Hindistandan getirtilen, gelen, bunların en iyileri padişahlara takdim ediliyor ve Allah'a şükür buradaki binlerce eserimiz fazla tahribata uğramadan bakımlı bir şekilde bu güne kadar gelmiştir. İçinde sırf Osmanlıca dediğimiz Türkçe, Arapça, Farsça değil aynı zamanda Slav dillerinde Bizanstan kalma Helence de ve Aramca dediğimiz, halk arasında Süryanice deniyor, dildeki metinler bile var. Bunlar tetkik edildikçe anlaşılıyor ki son derece kıymetli medeniyet tarihine kontrübüsyon katkıda bulunacak eserler...
Osmanlı aydını kitaba saygı duyardı. Sokaktaki cahil adam bile yazılı bir belgeyi kaldırır bir kenara koyardı. İşte kütüphaneler şehri İstanbul'da bir okuma furyası var. Bu nasıl birşey? Şimdi artık bugün bu kalmadı. Kütüphaneler Hafız-ı Kütubun yani kütüphanecinin şhsiyeti etrafında biçimlenen müesseselerdi. Onun bilgisi, onun ulema, üdeba, edipler ve alimler ve zarif insanlarla olan ilişkisi kütüphanenin şöhretini ve zenginliğini sağlardı. Bunların çoğu hafızası kuvvetli alim insanlardı. En ünlüleri, bizim bugün Bayezid Kütüphanesi dediğimiz kütüphanenin müdürü olan edebiyat tarihi tetkiklerimizde ölümsüz bir ismi ve İstanbul'un alimleri arasında da kişiliği itibariyle çok engin bir saygı uyandıran İsmail Saip Efendi'ydi. İsmail Saip Efendi ezbere bilirdi. Gelenler, orda seminer yapanlar, ezbere konuşurdu. Ve bu o zamanın Garp ve Şarktaki insanlarını hayran bırakmıştır.
Bugünün İstanbulu malesef kitapların zamanında takip edilemediği, süreli yayınların vaktinde toplanamadığı bir merkez durumunda. Üniversite kütüphanemiz hala açığa kavuşulmuş, yenilenebilmiş, herşey ortaya konmuş durumda değil. Bazyezid umumi kütüphanesi yeni eserlerle zenginleştirilemiyor. Ama bunun yanıbaşında İrsika gibi bazı özel teşekküllerin kurduğu kütüphaneler, mesela slam Araştırmaları Merkezininki gibi zenginlikler ortaya çıkıyor. İnsanlar okumayı terk etti desek de ister istemez yönelmeye başlıyorlar. Türkiye kitap okumak ve kitap basmakta yeni bir safhaya giriyor.
Burada tabi şunun üzerinde duralım. Efendim matbaa şu bu sebepten gelmedi... Bir tek sebepten geldi, arz ettiğim gibi insanların eve kapanıp okuma alışkanlığının olmamasıyla ilgilidir bu, yoksa biz biliyoruz ki daha 16. asırdan itibaren İtalya'da, Venedik'te, sonra 17. asırda Viyana'da kurdukları kütüphanelerde Arap harfli Türkçe basımlar yapılabiliyor. Mesela İncil basıp getiriyorlar. Burda insanlar okursa şu veya bu zümre yasaklasa matbaayı kurdurmasa bile nasıl cam geliyorsa, nasıl kumaş geliyorsa Venedik'ten, basılı Türkçe kitap da gelirdi. Dolayısıyla bu bizim basılı kitabı tek başımıza kapanıp okumama alışkanlğıımızın çok uzun zaman sürdüğünü hatta ilk gençliğimde ve çocukluğumda bile kitap okuyanların biraz alay edildiğini geniş çevrelerde ben hatırlarım. Kapanır okur diyor yani kapanıp kafayı çeker gibi falan böyle bir kusur olarak bu belirtiliyor. Ve çok okumak iyi değildir gibi böyle hakimane laflar... Bu şimdi değişti Türkiye'de. Şimdi kitap birdek katlanarak sayıca artmaya başladı. Kötü çevirilerin yerini iyileri almaya başladı. Hatta iyi basıma geçilmeye başladı yani kitap sanat eseri olarak da sevilecek birşey olarak basılmaya başladı.
Tabi el'an yavaş... bırakın batı ülkelerini yanı başımızdaki İran'a göre de çok yavaş ve henüz de pahalı. Bunu da söylemek lazım.
Prof. Dr. İlber Ortaylı
Böyle bir yazı İlber Ortaylı tarafından kaleme alınmamıştır!
YanıtlaSilBu yazı İlber Hoca'nın TRT2'de yayınlanan "Kitap ve Kütüphane Kültürümüz" adlı programın metne çevrilmiş halidir.
Lütfen gerektiği şekilde not düşünüz...
Samet Öztürk